30. BÖLÜM
"CAM KÜRE."
Anladım ki, çocukluğumuz yetişkinlerin parmak uçlarında hayat bulduğu gibi yine onların parmak uçlarında parçalara ayrılabilirdi.
Kafamın içinde defalarca kez bunu kurgulamıştım. O gecenin suçlusunu öğrendiğimde, onunla yüzleştiğimde ne yapacağımı düşünüp durmuştum. Ona saldıracağımı, bağırıp çağıracağımı, yüzünü tokatlayacağımı düşünmüştüm. Çünkü yapabilirdim, şiddete meyilliydim ve o... babamı öldürmüştü, annemin dilini kesmişti. Babamı yerin altına, kalbimin yedi kat derinine gömmüştü. Annemi susturmuşlardı, belki de annem o gece çok çığlık attığı için onun dilini kesmişlerdi. Ne de olsa katiller arkalarında delil bırakmayı istemezlerdi. Ben de gördüğüm ilk yerde onu öldürmek istedim ama... amcası Duman'ın odasından çıkıp koridorun ucunda kaybolana kadar sadece arkasından baktım.
Konuşamadım.
Yakasına yapışamadım.
Hiçbir şey yapamadım.
O Duman'ı incitti ama ben sadece onun arkasından bakakaldım.
O gözden kaybolalı ne kadar süre geçti ve ben orada ne kadar dikildim bilmiyorum ama her şeyin bittiğini hissettiğimi biliyordum. Her şey bitti ama her şeyim duruyor. İçeride. Dönüp ona bakabilirdim ama bakmak görmeye benzemez, bilirdim. O bir cinayetin sebebi olabilirdi, bir katil olabilirdi ama âşık olmayı seçti ve öldü.
Ve o yüzden dönüp bir daha öylece ölmesini izleyemedim.
Duman'ın amcası, Duman'ın annesiyle bir ilişki yaşıyordu ve onun kendisini bir başkasıyla aldattığını düşünerek o geceyi planlamıştı. Sanki kendisi yasak bir ilişki yaşamıyormuş gibi... Üstelik her şey yanlış anlaşılmaydı. Bizim suçumuz neydi? Annemin, benim, Duman'ın, Ada'nın? Madem ikisi tarafından aldatıldığını düşünüyordu, neden ikisini öldürmemişti? Resmen katliam gerçekleştirmiş, kimseye merhamet etmemişti. Hadi bizi geçtim... Duman ve Ada onun yeğeniydi, onlara nasıl hiç acımazdı?
Duvarın dibinde durmaya daha fazla dayanamayarak hastane odasından içeriye geçtim ve ona bakmadan koltuğa oturdum. Tamamen karanlıkta kalmıştık ama sorun etmedim. Ellerimi kucağıma bırakıp yerdeki parkelere baktım. Öyle boş bir hayata sahiptim ki, yalanlarım bile gerçeklerimden daha fazla yer kaplıyordu.
Tek bir gerçeğim dışında.
Duman dışında.
Bir süre hiç konuşmadık. Burada olduğumun farkında olduğunu bile sanmıyordum. İstemese bile duymuştum, duyduğum iyi de olmuştu çünkü Duman bunları bana söylerken acı çeksin istemezdim. Amcamın annemle bir ilişkisi varmış ve her şeyin sebebi kıskançlıkmış.
Duman annesine olan tüm inancını kaybetmişti.
Geriye bir tek bana olan inancı kalmıştı.
"Ne kadarını duydun?"
Dürüst davranarak, "Önemli olan her kısmını," diye fısıldadım, istesem de sesime his veremiyordum, bomboştu. "Üzgünüm."
"Üzgün değilsin, yalan söyleme."
Ama gerçekten... üzgündüm.
Başımı salladım, madem öyle olduğuna inanıyordu öyle kalsındı. Annesinin gerçekliğiyle bir kez daha yüzleşmek onu kırmış, öfkelendirmişti. Odaya yaydığı gerilimden öfkesini hissedebiliyordum.
"Ne duruyorsun burada?" dedi, sesi biraz yükselmişti. "Git onu öldürsene! Hep bunu beklememiş miydin? Şimdi ne duruyorsun?”
Söyledikleri değil, öfkesi beni endişelendirmişti. Tırnaklarımı avuçlarıma batırırken başımı kaldırdım ve onunla göz göze gelmeye çalıştım. O bana değil, tavana bakıyordu. Yatağın içinde dümdüz, hareketsizce duruyordu ama ellerinin yumruk olduğunu görmüştüm. Yutkundum. "Onu öldürmemi mi istiyorsun?" diye sordum kısık bir sesle. "Amcanı öldüreyim mi? Sen... sen istersen yaparım."
Bu sözlerim onu tetiklemiş gibi başını hafifçe yana devirdi ve böylelikle gözlerimiz çarpıştı. Birkaç kez seslice yutkunduktan sonra, "Niye ki?" dedi öfkeyle. "Bana âşık mısın sanki?"
Aramızda kalp kıran bir bakışma yaşandı.
"Biliyorsun," dedim sadece.
"Biliyorum," dedi yüzünde tek kas kıpırdamadan. "Eski âşığınım."
Duyuyor muydu? Bu kelimeleri neden söylemişti, her dediğimde duymuş muydu? "Buraya gel," diye buyurdu, sesi güçlü olsa da gözleri yorgun, fersiz bakıyordu.
"Ömer sana yaklaşmama izin vermiyor," dedim ama bu bir bahaneydi.
Duman bunun bir bahane olduğunu bilerek yaklaşık bir dakika boyunca yüzüme baktı ve sonra usulca konuştu. "Seninle birlikte olacağım Mahşer.”
Orada durup bana benimle sevişmekten bahsetmesi, elini tutup tüm vücuduma çekmeyi istememi sağlamıştı. Ciddiydi, bunu zaten benimle yaklaştığı her an ima ediyordu da. "Konuşmanın yeri ve zamanı değil," dedim.
Dudaklarını ıslattıktan sonra başını yastıkta yükseltti. "Gel."
Yatağına yürüdüm ve bu sırada gözlerimi kablolarla bağlı olduğu cihazda gezdirdim. Amcasıyla konuşurken makinenin sesler çıkardığını duymuştum ama şu an sakindi. Ellerimi yatağın ucuna yaslayarak güzel yüzüne baktım. "Benimle sevişmekten daha büyük bir derdin var Duman."
"Amcamı mı diyorsun?" Yumruğunu daha çok sıktığını fark ettim, çenesi de titremişti. "O neden benim derdim olsun ki Mahşer? Onu öldürürüz veya öldürmeyiz. Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Tamam, bazı şeylerle yüzleşmek zor..." Gözlerini bile kırpmadı. "Ama seni bu intikamdan daha çok önemsedim, hep."
O an zihnimin içinden bir delik açıldı, soru yığını o delikten dışarıya fırladı ve sorulardan birisi dudaklarımın ucuna yetişti. "Sen bu işe... benimle olmak için mi girdin? Ben olmasaydım, intikam almayacak mıydın?"
Gözlerini yavaşça çekti.
Bekledim; bir şeyler söylemesini, itiraz etmesini, öyle olmadığını söylemesini bekledim... ama söylemedi. Sahiden böyle miydi, düşündüğüm gibi miydi? İntikamı değil, beni istediği için mi bu işe girişmişti?
Bir şey söylemedim, şu an üstüne hiç gidemeyeceğim bir zamandı. Gözlerimi tekrardan açtığımda ona baktım ve ne istediyse o olmayı arzu ettim. Hakiki öfkesi damarlarını tetikliyordu ama gözleri öyle fersiz bakıyordu ki, sanki her an adı ölüm olan o ince çizginin diğer tarafına geçecekti. Bu yüzden onu yakasından tutmak, hep kendime çekmek istiyordum. "Yaklaşsana," dediğinde yapacak başka şeyim olmadığı için kabul ettim. Tam vücudumu eğip ona yaklaşıyordum ki Duman benden önce davrandı ve sırtını kaldırdı. Canının acımaması için onu uyaracak oldum ama elini yanağıma yerleştirip beni kendine çektiğinde sadece bu yakınlığı kabul ettim.
Dudaklarımız sertçe birbirine yapıştığında gözlerimi yumarak elimi ensesine yerleştirdim. Makinedeki sakinlik bozulmaya başlarken, Duman yanağımı okşayarak edepsiz şekilde beni öptü. Gözlerim elimde olmadan kapandı ve parmaklarım kısa saçlarının arasına ulaştı. Öpücüğü ıslak, öfkeli ve yaralıydı. Kalbi küt küt atıyordu, cihazın sesi bununla doğru orantılı olarak artıyordu. Bu defa birkaç saniyeden uzun sürmeyecekti ve bencilin teki olduğum için onu itmeyecektim.
Dudaklarımı geriye çekmek zor olmuştu, çünkü Duman neredeyse elimden kolumdan tutup beni içine sokacaktı. Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında soluklanmak için alnımı alnına yasladım. Biliyorum, bu hiç sağlıklı değildi ama sağlıklı olması da gerekmiyordu.
Duman elini kalbine götürürken, "İyi misin?" diye sorma gereği duydum. "Beni öpersen seni itmem, eğer iterim diye güvenip beni öpüyorsan öpme. Bencilim ben, seni öldüreceğini bilerek öpmeye devam ederim."
"Er ya da geç öleceğim," dedi, ölümü kabullenmiş olması yeni bir şey değildi. "Kaderimde olanı seni öpmeyerek sağlayamam ya."
Elimi yanağında dolaştırarak gözlerimi açtım ve dudaklarımı ıslak şakağına bastırdım. Acırdım ama merhamet etmezdim. Fakat... o Duman'dı işte. Yıllarımdı, gençliğimdi, çocukluğumdu, eski âşığımdı. Hasta olması, gözlerimin önünde eriyip gitmesi artık beni bitirmeye başlamıştı. Öyle ki az önce her şeyi öğrenmeme rağmen burada durmuş, Duman'ı nasıl teselli edeceğimi düşünüyordum.
Onun yüzüne öpücükler bırakarak uzaklaştım ve yatağın ucuna oturarak gözlerimi cihaza çevirdim. Sesleri birazdan bitecek olmalıydı, Ömer gelmeden normale dönmesini istiyordum. Kafamızı ütülemesini istemiyordum. Saçlarımı kulaklarımın arkasına doğru yerleştirirken, Duman elimi tuttu ve benim gibi dönüp kablolarla bağlı olduğu cihaza baktı. "Bu kablolar beni cihaza, cihaz da hayata bağlıyor," derken ses tonu hâlâ öfkeliydi. "Bazen sana tıpkı bu şekilde bağlı olduğumu hissediyorum. Bir iple, kabloyla, herhangi başka, görünmez bir şeyle... Sen elinde bir makas tutup sürekli o şeyi kesmeyi istediğinde, ben tıpkı şimdiki gibi hasta hissediyordum. Ruhsal bir şeydi ama bir gün o duyguyu tamamen koparmandan korkuyordum. Çünkü kendimden emindim ama senden değildim. Çok gelgitli birisin Mahşer."
Söyledikleri çok güzel ve çok etkileyiciydi. Üstelik doğruydu da. Dünyanın en dengesiz insanı olabilirdim. Şimdi Duman'ın elini tutuyordum, bir saat sonra onun yüzüne bile bakmayabilirdim. "Ben gelgitliyim... Dalgalı denizler böyle olur."
Biraz sustuktan sonra, "Canın sağ olsun," diye mırıldandı.
"Duman..." Böyle şeyler söylememeliydi. "Uykun gelmedi mi?"
"Şu durumda mı?"
"Madem uyuyamazsın..." düşünceli bir şekilde mırıldandım. "Bir şeyler yapalım?"
Edepsiz bir espri yapmasını bekledim ama yapmadı. Bana sadece duygusuzca baktı. "Annem babamı kaç kişiyle aldatıyordu acaba?"
Sorduğu soru kulaklarımda kendini birkaç kez tekrarladı. "Duman... baban da anneni aldatıyordu."
"Artık babamın o olduğundan bile emin değilim..."
Böyle mi düşünüyordu sahiden? Ah! Şimdi bunun aksine bir şey bile söyleyemiyordum, kahretsin ki bu düşüncesinde haklı olabilirdi. Sessiz kalarak bakışlarımı çektiğimde Duman başını yastığa bıraktı ve kolunu alnının üzerine kapatarak yüzünü benden sakladı. Yüzünü nereye saklarsan sakla, hep gözümün önünde.
Onu yormamak için sustum, bir şeyler demedim. Başımı çevirip camdan dışarıya baktım. Evet, Duman'ın yüzü hep gözümün önünde ama bir an kaybolduğunda, düşüncelerin zihnime girmesine fırsat doğuyordu. Duman'ı düşünmediğimde çok fazla şeyi düşünmeye başlıyordum. Öğrendiklerim... Annemle babam hiç yoktan yere mahvolmuştu, bir yanlış anlaşılmanın kurbanı olmuşlardı ve üstelik adam pişman bile değildi.
Şimdi ne olacaktı?
Bu gerçeği kabul edip hayatıma devam mı edecektim? Mümkünü yoktu, nasıl olurdu? Rahat edemezdim, sindiremezdim. Bana saplamış olduğu bıçağı çıkarıp, boş ver, bir kere yaralandım zaten, diyemezdim. Zaten böyle diyebilseydim bu yaşananların hiçbiri olmazdı.
"Mahşer?"
"Efendim?"
"Evine git."
Bakışlarım öfkeyle onu buldu. Böyle bir anda bunu mu istiyordu? Onun da benden farksız bir gerginlikle suratıma baktığını fark ettiğimde elimi karnına yasladım ve parmaklarımı kaslarından yukarıya kaydırdım. Yüzeysel dokunuşum kalbinin üzerinde son bulduğunda, Duman da parmaklarımın ilerleyişini takip ederek göğsüne baktı.
"Başımı tam buraya yaslayıp evin burası, dememiş miydin? Şimdi hangi eve gitmemden bahsediyorsun anlamadım."
Haklı olduğumu bildiği için hiçbir şey demeden bir süre sadece bana baktı. "Mahşer, farkında mısın birimiz hep birimizden daha kızgın. Ortamız yok, ikimizin de sakin olduğu bir anı hatırlamıyorum."
Omuzlarımı düşürdüm. "Evet, neden böyle acaba?"
"En ufak şeyde kaşlarını çatıyorsun," dedi.
"Sinirlerim çok hassas," dedim parmak uçlarım kalbine yaslanmaya devam ederken. "Çok saçma biliyorum ama insanlara saygısızca davranıp onlardan saygı bekliyorum. Biliyorum, aptalca ama... insanları mutlu gördüğümde o mutluluğu çalmak istiyorum. Belki de böyle olduğu için cezalandırılıyorum, her şeyim elimden kayıp gidiyor..."
Elini halsizce uzattı, zaten kalbinin üzerinde duran parmaklarımı sertçe kalbine bastırdığında kalbinin ritmini boynundaki bir damardan hissediyormuşçasına hissettim. "Her şeyin?" diye sordu.
"Sen işte." Omzumu silktim. "Her şeyim."
Duman etkilenmişe benziyordu. Ne vardı yani, istediğimde ben de romantik olabilirdim. Ayrıca söylediğimde samimiydim, elimde Duman'dan başka hiçbir şeyim yoktu.
"Bana bir söz vermeni istiyorum," dedi Duman, konuşurken duraksamak zorunda kalıyordu ve bunun sebebi kalbiydi. "Artık böyle olmayacaksın. Bu en çok sana zarar veriyor görmüyor musun Mahşer? Tamam, kızgınken çok ateşli oluyorsun falan ama... Şu an gözümün önünde hiç olmaması gereken şeyler belirdi, bir saniye..." kafasını iki yana doğru salladığında sapıklığına göz devirdim. "Neyse, tamam. Buna son vereceksin. Bu öfkeyi törpüleyeceksin, çünkü hayatının geri kalanında normal bir insan gibi yaşamanı istiyorum."
Kusurlarımı düzeltmemi istiyordu ama benim kusurlarımdan şikâyetim yoktu. Üstelik... böyle konuşmasını istemiyordum. Şey gibi konuşuyordu... Kahretsin ki ağzıma bile alamıyordum ama sanki o öldükten sonraki yalnızlığımı düşünerek böyle konuşuyordu. Ölümü bu kadar kabullenmiş olmasını sindiremiyordum. Aniden duraksadım, elbette bunun da bir yolu vardı. Sinsice güldüm ama bu gülümsemeyi ondan saklayarak konuşmak için dudaklarımı araladım.
"Beni kızgınken ateşli mi buluyorsun?"
Duman kolunu başının altına aldı. "Öyle böyle değil."
"Bu erkekleri tahrik mi eder? Yani erkekler kızgın hatun görmekten hoşlanırlar mı?"
Duman kaşlarını biraz daha çatarak gözlerini yüzümün her tarafında gezdirdi. "Neden söz ediyorsun?"
"Madem bu vahşiliğim bir erkeği tahrik ediyor, neden bundan vazgeçeyim ki? Yalnızlığım için endişelenme, erkekler beni beğenir."
Gayet masum görünme çabası içindeydim ama Duman bende olmayan tek şeyin masumiyet olmadığını biliyordu. Kolunu sakince başının altından kaldırdı ve sırtıyla beraber doğruldu. İleriye gitmemiş olmayı dileyerek kollarımı göğsümün üzerinde kavuştururken, Duman bana uzanmak için kolunu sertçe çekti ve serumun kablosu kolundan çıktı. Bunu gördüğüm an dudaklarım aralandı ve sakin olması gerektiğiyle ilgili bir şeyler mırıldanmak isterken, parmaklarını saçlarımda hissettim. Kemikli parmaklarını saçlarımın arasına soktu ve onları diplerinden kavrayarak başımı hınçla kendine doğru çekti. Yüzlerimiz sertçe çarpıştığında, Duman dudaklarını kulağıma dayadı. "Ölsem Mahşer..." sertçe yutkundu ve uzun saçlarımı elinin etrafına doladı, "ölsem yine gelir o herifi bulur, seni kendime geri alırım."
Gözlerim boğazına kaydı ve yutkunuşunu izledi. Onun yaptığı gibi ben de ona yaklaştım ve kulağına doğru fısıldadım. "O zaman ölme." Nefesimle irkildi ve boynundaki damarlar gerildi. "Yalnızlığımı teselli edecek bir adamın düşüncesine tahammülün yoksa, ölme."
Öyle derin bir nefes aldı ki ruhumu tenimin altından çekip aldığını düşündüm. Her zaman için onu öldürmekle ona çekip sarılmak arasında kalmıştım ve Duman da şimdi bu his içinde kaybolmuştu. Saçlarımı daha sert çekip alnını şakağıma yaslarken, "Allah'ın cezası," diye homurdandı. "Ölmek istemiyorum.”
🥀
Hastanenin arka bahçesinde, bir ağacın gölgesi altında oturuyor, sigara içiyordum. Sabaha kadar Duman'ın yanında kalmış, sabah olduğunda bahçeye inip bu olaya tanık olmuş ve geçip buraya oturmuştum. Ömer Duman'ı muayene etmiş, durumun stabil olduğundan bahsetmişti. Duman gece huzursuz olduğu için uyumamıştı, şimdi uyuyordu, eğer uyanmadıysa. Niye yaptım bilmiyorum ama hırkamı yastığının kenarına bırakmıştım, sanırım kokum sayesinden daha uzun uyuyacağını düşünmüştüm.
Şimdi yapacaklarımı düşünmeliydim.
Melih Han hâlâ depodaydı, aslında ölmüş bile olabilirdi. Onu bir yere atar, kurtulurdum. Annem evdeydi, Ada'nın hiçbir şeyden haberi yoktu, olmayacaktı da. Halledilmesi gereken tek şey o adamın ölümüydü. Duman’la bunun hakkında konuşmamıştık, nasıl yapacağımızı bilmiyordum. Önce eve uğrayıp anneme bakacak, sonra Melih Han'ın yanına gidecektim. Duman'ın onun yanına gideceğimden haberi yoktu ama şu an umurumda değildi, çünkü gideceğimi söylesem asla müsaade etmezdi.
Sigarayı bitirdiğimde oturduğum yerden kalktım ve Duman'ın bana dediklerini hatırlayarak sigara izmaritini bir çöp konteynerına attım. Üzerimde montum vardı, ellerimi cebime sokarak sokağa çıktım ve bir taksi çevirdim. Önce Melih Han'ın yanına gidecek sonra anneme bakacaktım. Annem... acaba evde olmadığımın bile farkında mıdır? Ona en son ne zaman doya doya sarıldığımı hatırlamıyordum ama sadece bir kez kendi isteğiyle bana sarılmasını istiyordum.
Ölen ben olsaydım annem babama sarılarak bunun üstesinden gelirdi ama ölen babamdı ve annem... babamın fotoğraflarına sarılıyordu.
Taksi Melih Han'ı bıraktığımız depolara yaklaştığında varacağım yerden önce indim. Taksi şoförünün dikkatini çekmemeye çalışarak ücretimi ödedim. Taksi, ben iner inmez uzaklaşmaya başladı. Etrafı kolaçan edip kimsenin olmadığını fark ettiğimde depoya doğru ilerledim. Burası oldukça ıssız, tenha bir yerdi. Yürüdüğüm yol taşlı, pürüzlüydü. Melih Han'ın olduğu depoyu bulduğumda anahtarı cebimden çıkardım. Tamam, gücüme inanırdım ama Melih Han bir erkekti ve bana saldırma riski vardı. Bu nedenle bıçağımı hemen ulaşabileceğim şekilde cebime yerleştirdim ve oyalanmadan deponun kapısını açtım.
Gün ışığı içeriye sızdığında onu ayırt etmeye çalıştım. Yerdeydi, elbette yerdeydi. Kapıyı tamamen açarak kirli deponun içerisine girdim ve temkinli şekilde yanına ilerledim. Ayakkabımın burnuyla dirseğini ittirdim ve herhangi bir tepki vermesini bekledim. Öyle olmadı, hareketsizce yatmaya devam etti. Ayrıntıları istiyordum, ayrıntılar öfkemi sağlam tutabilirdi. Onu ayakkabımın ucuyla bir kez daha iterken, "Uyan," dedim. "Uyan şerefsiz."
Hareketsizliği son bulmadı, sanırım umduğumdan derin bir uykudaydı. Dizlerimin üzerine eğildim ve üzerindeki paltonun sırt kısmından tutarak yüzünü yerden kaldırdım. Başının altındaki tozlar başının kalkmasıyla beraber etrafa savruldu ama Melih Han'ın kılı bile kıpırdamadı. Diğer elimi omzuna koyarak vücudunu tamamen yere yasladım ve onunla yüz yüze geldim. Gözkapakları örtülüydü, yüzü kir içinde kalmıştı, kıpırtısız, sabitti. "Leş gibi kokuyorsun be... Uyan hadi, vaktim az."
Sarsmaya devam ettim ama hayır, cevap vermedi. Yüzüne, kapalı gözkapaklarına bakarken elim öylece omzunda kaldı. Bir saniye... Gözlerimi kapatıp biraz bekledim, bu gerçeği hazmetmeliydim. Metanetimi koruyabilirdim. Önce elimi yavaşça ağzına götürerek nefes alışverişine baktım ve gerçekle yüzleşmeye başladım. Dudakları kapalıydı, teni buz gibiydi, hatta yakından baktığımda morarmaya başladığını görüyordum. Parmaklarım çıplak boynuna kaydı, ona dokunmak midemi bulandırmış olsa da parmak ucumu damarının üzerine yerleştirdim ve nabzına baktım.
Ölmüştü.
Bu gerçek kafamın içine gürültüyle düştü ve tıpkı bomba patlamış etkisi yarattı. Filmlerde görmüştüm, bomba patladıktan sonra yükselen sesin şiddetiyle etrafı bir sessizlik kaplıyor, insanlar hiçbir şey duymuyordu. Kendimi öyle hissediyordum. Diyecek, yapacak hiçbir şeyim yoktu. Tamam. Bu başıma ilk kez gelmiyordu. Bir ölüye ilk kez bu kadar yakın değildim. Babama da çok yakından bakmıştım. Bu gerçeklik düşüncelerimi soğuttu, elimi ondan çekerken ölümü üzerine hissettiğim tek şeyin boşluk olduğunu fark ettim.
Ayağa kalkmaya çalıştım ama dizlerim öyle bir titredi ki, daha doğrulamadan geriye sendeledim. Bir daha kalkmaya çalışmadım, sırtımı deponun duvarına yaslayarak gözlerimi ölü bedenine diktim ve hiçbir şey olmamış gibi orada oturmaya başladım. Ölüme alışkındım, on altı yaşımdan bu yana.
Ellerimi başımın arasına aldım, isterik şekilde titrediğimi ve omuzlarımın sarsıldığını hissediyordum. Ölmüş olması üzücü bir şey değildi ama artık aynaya baktığımda bir katil görmemem de mümkün değildi.
Midemde bir baskı büyüdü büyüdü, aynı hızla yukarıya tırmandı ve soluk borumda genişledi. Bunu tanıyordum, safranın tadı ağzımı ekşitmişti. Ayağa kalkarak depodan dışarıya fırladım, kusmaya başladım. Midemdeki düğümden kurtulduğunda karnıma bir rahatlama çöktü ve ağzımdan akan salyalar zemine boşaldı.
Rezil bir durumdaydım.
Cebimden bir kâğıt mendil çıkararak ağzımı, çenemi sildim ve mendili belirsiz bir yere fırlatarak yumruklarımı gözlerime yasladım. Kime ne faydam vardı ki? Kendisine bile ölüm getiren birisi kendisinden başkalarına ne getirebilirdi ki?
Yumruklarımı yüzümden çektim ve titreyerek kalktım. Bir an sağıma soluma baktım, olduğum yeri idrak etmeye çalıştım ve sonra omzumun üzerinden arkama döndüm. Deponun kapısı açıktı, böyle bırakamazdım. Koştum ve kapıyı hızla çekerek örttükten sonra üzerindeki anahtarla kilitledim. Duman bunu öğrenmeliydi, buna ne yapacağımıza beraber karar verir ve sonra gerekeni yapardık.
Etrafta kimsenin olmadığına emin olarak oradan uzaklaştım ve yola çıkarak telefonumu çıkardım. Buraya taksi gelir miydi bilmiyordum ama en azından caddeye geleceğini düşünüyordum. Kollarımı kendime sararak caddeye kadar yürüdüm ve telefonla bir taksi çağırdım. Taksi gelene kadar orada durup geçen arabaları izledim. Sanki hayat yavaş çekimde ilerliyordu. Yolda yürürken kendinizi diğer insanlardan soyutlanmış gibi hissettiniz mi? Ben olduğum yerde sabit kalmıştım ama insanlar hayatlarına devam edebiliyordu.
Taksi geldiğinde kendimi arka koltuğa atarak nereye gideceğimi söyledim. Eve vardığımda ücretimi ödeyerek indim ve taksi gözden kaybolduğunda bahçeye girdim. Anneme hiçbir şey çaktırmamalıydım. Ya da... çaktırsam ne olurdu ki? Ne olduğunu sorardı, cevap vermediğimde ısrar etmeden benimle olan ilgisini keserdi.
Anahtarımı bulup kapıyı açtım ve içeriye girdiğimde salona bakındım, annem burada değildi. Montumla ayakkabılarımı portmantoya bıraktıktan sonra annemi bulmak için odasına geçtim. Kapıyı açtım ve ilk onu gördüm. Orada, yerdeydi ve elindeki fotoğraf albümünü karıştırıyordu. Perdeler kapalı, içerisi havasızdı. Annem fotoğraflara bakmaya o kadar dalmıştı ki ruhu bile irkilmedi. Odanın içerisine doğru yorgun birkaç adım attım ve zaten mecalim kalmadığı için hiç direnmeden annemin yanına oturdum. Dizlerimiz birbirine çarptığında, elleri titredi ve şaşkın bakışları beni buldu. Varlığıma hazırlıksız yakalandığı için ürkmüştü. Bir dakika kadar sessizce bakıştık. Annem, burada değildi, geçmişteydi. Tutup onu şimdiye çekmek istiyordum ama ona ne zaman uzanmak istesem sertçe yere çakılıyordum. Mavi gözleri, bir pusula olup doğru yolumu göstermektense bir bıçak oldu ve beni hep içime doğru deşti. Tıka basa sevgisizlikle doldum ve annemden nefret bile edemedim.
Ona sarılmak istedim ama bana sarılmayacağından korktuğum için sarılamadım.
Ne o Mahşer, ölümü gördüğünde korkmayan kalbin, kırılmaktan mı korkuyor?
"Babamın fotoğrafına mı bakıyorsun?" diye fısıldadım. Bakışlarım elindeki fotoğrafa düştüğünde bana bir cevap vermesine gerek kalmadı. Ah, zaten cevap veremezdi de... Beraber oldukları, ikisinin de gülümsediği bir fotoğraftı. İkisi de genç görünüyordu. "Âşık olduğun insanı kaybettiğinde böyle mi oluyor? Hayatının sonuna kadar onu özlemeye mahkûm mu oluyorsun?"
Fotoğrafı benim elime bırakıp parmaklarını kaldırdı. Baban sadece âşık olduğum adam değildi, o benim her şeyimdi.
Her şeyini kaybedince demek böyle olunuyordu.
Kafamı salladım. "Doğru, sen yetimdin anne."
Annemin bir ailesi yoktu, bu yüzden babamla tanışana kadar yalnız bir hayatı olmuştu. Onlarınki fırtınalı bir aşktı. Annemi anlıyordum ama sevdiği adamdan olan kızını umursamasını istiyordum. "Peki ben?" dedim ve elimi göğsümün üstüne bastırarak hiddetle devam ettim. "Ben bu hayatın neresindeyim anne?"
Annem hiddetimden ürktü, zaten hep ürkek bir kadındı. Babamla ben korkusuzduk, annem korkaktı. Onu suçlamıyordum, çünkü herkes onu korkutmuştu. Kirpiklerinin arasındaki bakışları, bir bıçağı ısıtıp kalbime bastırıyordu ve bu çektiğim ateşin acısı mı yoksa acının ateşi mi kestiremiyordum. "Eğer o geceden sonra elimi bırakmayıp tutsaydın," dedim soluk soluğa. "Eğer elimi tutsaydın... iyi bir kız olabilirdim ama yapmadın anne. Babamı çok sevdin ama babamdan olanı nedense o kadar sevemedin."
Fotoğrafı yere fırlatarak kalktım ve bir saniye içinde odadan çıktım. Odama girdim ve kapıyı öyle bir örttüm ki, neredeyse menteşeler kopacaktı. Önüme gelen eşyalara tekmeler savurarak dolabıma yürüdüm ve titreyen ellerle temiz kıyafet aradım. Al işte, ben bağırıp çağırmıştım ama annem yine umursamamıştı. Onun umurunda olmak için daha ne yapmam gerekiyordu ki?
Öleyim ben, cidden öleyim...
Havluyla beraber banyoya girdim ve sıcak suyun altında temizce yıkandım. Buradan çıktığımda gideceğim yer Duman’ın yanı olacaktı, o yüzden temiz olmalıydım. Saçlarımı güzel bir şampuanla yıkadım, vücudumu kızarana kadar lifledim. Güzel bir duş jeli sürdüm, güzel kokmak istiyordum. Vücudumu o kadar acımasızca yıkadım ki büyük kısmı kıpkırmızı oldu. Neyse... Duman öpünce iyileşirdi. İnsanlar beni bıçakla öldürür ve sonra Duman bir öpücükle hayata döndürür. Bu hep böyle oldu.
Havluma sarınarak banyodan çıktım ve odama döndüğümde temiz kıyafetlerimi giydim. Beyaz, göbeği açık bir bluzla kot pantolonumu giyindim. Saçlarımı kurutmaya gerek görmeden taradım ve yanlarından tel toka takarak omzuma attım. Elime yüzüme krem sürdüm, güzel bir parfüm sıktım. Midem hâlâ bulanıyordu, Melih Han'ın ölümü beni asla üzmemiş ama fazlasıyla etkilemişti.
Üzerime siyah bir yağmurluk alarak odamdan çıktığımda annemi salondaki koltukta gördüm ve bir an irkilip suratına baktım. Küçücük, zayıf, bana muhtaç görünüyordu. O böyle göründüğünde onu suçladığım, ona kızdığım, sırt çevirdiğim için pişman oluyordum ama... inkâr etsem de ben de incinebiliyordum. Yağmurluğumun şapkasını başıma geçirirken doğrudan kapıya yürümek istedim ama annemin koltuktan kalktığını gördüm. Duraksayarak ona baktığımda yanıma kadar yürüdü ve hiçbir şey demeden, diyemeden başını göğsüme yasladı. Kollarını vücudumun iki yanından dolayarak sırtımda birleştirdi. Elleri kalbimin arkasında birleşmişti. Gözlerimi yumarak elimi başının üzerine koydum ve kısacık sarı saçlarını uçlarına doğru okşadım. Onun bir şey diyemeyeceğini bildiğimden, "Bağırmak istememiştim," dedim, kuru bir sesle. "Üzülme."
Omuzlarını silktiğinde onun kırk küsur yaşında bir kadın olduğuna inanamadım. Bana biraz merhamet etse, sevgisi gözlerinden biraz okunsa... kurtarılabilirdim.
"Ağlıyor musun? Ağlama." Omuzlarını sıvazladım. "Ben buyum, huylarımın hepsi kötü. Bağırıp çağırırım işte. Hadi, sana bir şeyler açayım izle..."
Annem beni, ansızın kalbimin üzerinden öptüğünde artık kötü bir huyumu geri kazanmaya başladığımı hissettim.
Ağlamayı.
Anneme en sevdiği filmi açıp bir çorba pişirdim ve yemeğini yiyip ilacını içtiğinden emin olana kadar evden ayrılmadım. O battaniyenin altında, ısınmaya başlayan odada filmini izlerken yağmurluğumu tekrardan giyerek evden çıktım ve metro durağına yürüdüm.
Yemesi yasak olmasa Duman’a çikolatalı kek alırdım.
Hastaneye vardığımda hava epey kararmış ve güneş ufukta alçalmıştı. Özel hastane olduğu için insan azdı, gürültü de bununla orantılı olarak azdı. Asansör durduğunda indim ve koridor sonundaki odaya doğru ilerlemeye başladım. Duman kapının diğer tarafında, hemen içerideydi. Kapıya yaslanıp durdum ve açmadan önce onunla yüz yüze gelecek olmanın heyecanını yatıştırmaya çalıştım.
Duman... böyleydi işte. İnkâra yer yoktu, onu görmek beni rahatlatıyor, öpücüklü bir uykuya dalmışım gibi huzurlu hissettiriyordu. Gözlerimi yumup bir süre içeriyi dinledim, neyse ki içeride kimse yoktu. Uyuyor olabilirdi. Yüzüme düz bir ifade yerleştirdim, gözlerimi veya yüzümü okuduğunda huzursuzluğumu sorgulayabilirdi. Gözlerimi tekrardan açarak kapıyı sessizce araladım ve karanlık odaya süzüldüm. Sanırım uyuyordu, içerisi neredeyse zifiri karanlıktı. Kapıyı arkamdan kapattım ve birkaç adım atarak köşeyi döndüğümde, Duman'ın yatağı bakış açıma girdi. Fakat yatağın içi bomboştu.
"Hayır," diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. "Gitmiş olamazsın..."
Kalbime öyle bir ağırlık çöktü ki boğazımdan garip bir ses çıkmasına engel olamadım. Elimi kalbime götürdüm ve titreyerek arkamı döndüm. Yatağında yoksa neredeydi? Ölüm döşeği boşsa... Bir an sonra kendimi odanın çıkışına doğru koşarken buldum ve kapıyı açmak için elimi kulpa götürdüğümde, vücudumun sertçe çekildiğini hissettim. Bir çığlık atarak ellerimi yüzüme örttüm. Sırtım sert bir göğse yerleşti ve bir kol etrafıma dolandı. "Şşt, hayır hayır..."
Ah! Ellerimle kaplı olan yüzümü önümdeki kapıya yaslayarak dişlerimi sıktım ve nereden geldiğini anlayamadığım gözyaşlarımı geriye itmeye çalıştım. Ne olmuştu öyle? Onu kaybettiğimi düşünmüştüm ama o burada, arkamdaydı. Şükürler olsun ki bir şey olmamıştı; ölmemiş, yaşıyordu. Neye olduğunu bilmeden öfkelendim. Onu kaybetme korkuma mı öfkeliydim yoksa ona mı bilemiyordum. Kulağıma bir şeyler fısıldıyordu ama ne olduklarını anlamıyordum.
"Benim için korktuğunu bilmek niye bu kadar güzel ki..." Duman'ın fısıltısı kulağımın yakınından yükseldi ve sesi kalbime tesir etti. "Sadece sürpriz yapıyordum."
Parmaklarımı gözkapaklarımın üzerine bastırarak duygularımın sebep olduğu bu aptallığı kovalamaya çalıştım ve omzumla onu daha sert ittim. "Git başımdan," diyerek kalçamı arkama doğru ittim ve onu bu şekilde uzaklaştırmaya çalıştım. Fakat hayal ettiğim gibi olmadı, kalçamı ona yaslamamla beraber Duman inledi ve başını enseme yasladı.
"Sakin ol Mahşer. Tamam, bir şeyim yok, hadi bana doğru dön."
"Dönmeyeceğim!"
"Sesin niye titriyor bebeğim?"
"Ben seni yatakta bulamayınca..." Cümlenin devamını tamamlayacak gücü bulmak için sertçe yutkundum ve ellerimi yüzümden indirerek yumruklarımı sıktım. "Sana bir şey olduğunu sandım."
"Hadi ama güzelim," diyerek ısrarcı bir şekilde boynuma doğru sokuldu. Nefesi sıcaktı, oda sıcaktı, elleri sıcaktı, Duman hepsinden daha sıcaktı. Kulağımın arkasını öptü. "Sürprizin ne olduğunu görmek istemiyor musun?"
"Ne sürprizinden bahsediyorsun?" diye sordum, şimdi ilgimi çekmeye başlamıştı.
Duman'ın kalp atışları sırtıma, kalbimin tersine doğru çarparken, aramızda yarım dakika kadar bir sessizlik oluştu. "Unuttun mu Mahşer?"
"Neyi?"
"Gül Dikeni, yüzünü çevir bana, o güzel yüzünü..."
Yüzümü ellerimle sildim ve başımı omzumun üzerinden ona çevirdim. Göz göze geldiğimizde onun gerçekten hayatta, benimle olduğunu yeni idrak ediyormuş gibi kalakaldım ve avuçlarımı kaldırıp hiç gitmemesi için üzerindeki tişörtün yakasına yapıştırdım. Duman'ın kararan bakışları ellerime düştü ve hafifçe tebessüm ettikten sonra başını kulağıma doğru yaklaştırdı. Boynumda nefesine ve dudaklarına yer açarken, iliğime kadar titredim. Elimde neyim kaldı, ruhumu sana verdikten sonra?
Saçlarımı omuzlarıma doğru attı ve kalbinin müsaade ettiği kadar bir süre kulağımın dibinde kalarak ayrılmadan önce fısıldadı. "Mutlu yıllar güzel sevgilim."
Mutlu yıllar?
Tarih...
Bugün benim doğum günümdü.
Bunu unutmuştum, geçen günlerde takvime baktığımda az kaldığını görmüş ama bugünün geldiğini fark etmemiştim. Oysa telefona bakmış, belki tarihi bile görmüştüm ama aklımın ucundan bile geçmemişti. Fakat o hatırlıyordu, kulağıma mutlu yıllar, diyordu. Sen ölmezsen belki yıllar mutlu olur. Hani, belki...
"Duman..."
"Mahşer, iyi ki doğdun Gül Dikenim."
Gözümün önünde bir parıltı belirdi ve bunun mum olduğunu anladığımda gözlerim hayretle irileşti. Mum, karanlığı aydınlatmakla beraber üzerinde dikili olduğu pastayı görmemi de sağlamıştı. Sağ avucunda küçük bir pasta tutuyordu. Bu kadar hasta ve yorgunken, ayağa kalkmakta bile fazladan güç sarf etmesi gerekirken benim için bir pasta alıp mum dikmesi... Tarifsiz bir duyguydu.
Ellerimi çenemin altında birleştirerek tekrar onunla göz teması kurdum. Bakışlarından kalbinin ritmini okuyordum. Duman o cihazlardan çok bana bağlıydı. Yutkundu ve yüzü ısınmaya başlarken, "Ee?" dedi, nefesi doğrudan dudaklarıma doğru alçaldı. "Mumu üflemeyecek misin? Hastanede bu mumu bulmak için ne kadar uğraştım biliyor musun?"
Üzerindeki tişörte daha sıkı yapışırken başımı hafifçe eğdim ve dudaklarımı muma yaklaştırarak nefesimi üfledim. Alev sarsılarak söndü ve bizi tamamen karanlıkta bıraktı. Bu kadar karanlıkta yolumu şaşırmış gibi hissederek bakışlarımı telaşla gözlerine çıkardım ve onu içime doğru çeken bir ipi boğazıma doğru indirdiğimi hissettim. Nereye ne kadar koşarsan koş, benim içimde indiğin derinliğin mesafesini hiçbir yere koşamazsın.
"Teşekkür ederim," diye fısıldadım ne dediğimin çok da farkında olmayarak. "Ben... unutmuştum."
"Ben unutmam."
Başımı salladığımda, "Mumu üflemeden önce dilek diledin mi?" diye sordu, sesi yorgun ama heyecanlıydı.
Ah! Kafamı kaşıdım. "Aklıma bile gelmedi."
"Dur, dur, üzülme."
Elini üzerindeki eşofmanın cebinde uzatıp çakmak çıkardı. Az önce sönen mumu tekrardan yaktığında, benim için hayatını defalarca kez yakıp küle çevirebileceğini düşündüm. "Dilek tut," diyerek, saçlarımı başımın tepesinden doğru okşadı.
Dedim ya, şu an ne isterse onu yapabilirdim. İstemiyor olsam bile yapardım. Dudaklarımı yeniden muma yaklaştırarak gözlerimi yumdum. Ve içimden dileğimi tuttum.
N'olur, ölmesin.
Gözlerimi açtığımda mumun sönmüş olduğunu gördüm. İnanılmaz geliyordu ama yıllar sonra doğum günümü kutlamıştım. Üstelik bunu Duman yapmıştı. İlk aşkım.
"Ne diledin?"
Duman'ın sorusuyla irkildim ve kendimi toparlamaya çalıştım. "Söylemem," dedim aksi bir tavırla. Söylersem gerçekleşmez.
"Aksilik yapmasan şaşarım zaten."
Omzumu silktim ama kırıcı bir kelime kullanmadım. Her zaman olabilir fakat şu an olmazdı, dudaklarındaki gülümsemenin kaybı olamazdım. Duman kıpırdayamayacağımı fark etmiş olmalı ki bana acıdı ve pastayı yüzümün hizasına kaldırdı.
"Yemek ister misin?"
"Hıhı."
Elimi tutup beni yatağa doğru çekti. Ona ayak uydurarak yavaşça yürürken Duman'ı baştan aşağıya süzdüm. Üzerinde siyah tişörtle eşofmanı vardı. Zayıfladığını hep biliyordum ama gözüme ilk kez bu kadar zayıf gelmişti. Tişörtü vücudunu sarmıyor, hafifçe bol geliyordu. Yatağa yaklaştığımızda elindeki pastayı tabağıyla birlikte komodinin üzerine bıraktı ve yatağın karşısında duran, onu beklerken oturduğum koltuğa oturdu. Serumu çıkarmıştı, cihazlara bağlı değildi ve açıkçası Ömer'in buna izin vermiş olduğuna inanamıyordum. Hem de benim için!
Koltuğa oturarak başını arkaya attığında beni kendine doğru çekmek için hareketlendi ama ondan önce davranarak serumuna uzandım. Koluna geri nasıl takabileceğimi bilmiyordum ama duruma bakılırsa bu yapabileceğim bir şey değildi.
"Ömer'in bundan haberi var mı?"
Duman hınzır gözlerle cihaza ve kablolara baktı. "Hayır."
"Kendine zarar veriyorsun," diye azarladım onu. "Hemen şimdi gidip haber vereceğim."
"Hayır," diye karşı çıktı ve koltukta rahat bir pozisyon alarak kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. "Bunu düzenlemek için hemşirenin biriyle flört etmek zorunda kaldım. Ömer'e söyleyip seninle vakit geçirme şansımı elimden alamazsın."
Yanına doğru yaklaşıp tam koltuğun önünde durdum ve kaşlarımı serbestçe çattım. "Hemşireyle flört mü ettin?"
"Hımm," dedikten sonra dilini dişlerinin arasında döndürdü. "Biraz flört ettik, bu sayede bana yardım etti."
Tamam, amacı bana sürpriz yapmaktı ama bunun için hemşirelere kur yapması saçmalıktı. Ona doğru eğildim ve ellerimi koltuğun iki yanına yaslayarak görüş alanını tamamen kendimle kapladım. "Hemşirelerle mi oynaştın?"
Duman bir an gözlerini büyüttü ve sonra keyifli bir şekilde kıkırdadı. "Bilirsin," diyerek göz kırptı. "Hasta hemşire fantezisi."
Benimle açıkça alay ediyordu. Bunu bilmeme rağmen sakinliğimi koruyamıyordum. Bu yüzden ona biraz daha eğildim ve sanki kalbi hasta değilmiş gibi tehlikeli bir yakınlık kurarak alnımı alnına yasladım. Terli ve sıcak alnını hissetmek karnımda bir düğüm oluşturdu ve Duman'ın dudakları beklentiyle aralandı. Ojeli tırnağımı göğsünde yavaşa gezdirip onu ürperttim. "Sakın karşıma geçip bana başka kadınlardan bahsetme," dedim.
Homurdanarak uzaklaşmak istediğimde dirseğimden tuttu ve beni çekip kucağına oturttu. Yan bir şekilde dizine yerleştiğimde bakışlarımız bir kez daha birbirini buldu. Solukları düzensizdi, çok yorgundu ama benimle olmayı istemekten vazgeçmiyordu. Onun hayatının merkezi kalbi değil de sanki bendim. Elini enseme yerleştirerek başını koltuğun arkasına iyice yerleştirdi ve bir süre sustu. "Hemşirelerle flörtleşmedim Mahşer."
Kaşlarımı çattım ve bu konunun üzerine daha bir şey demeden onun üzerindeki tişörtle oynamaya başladım. Parmaklarım kolunu okşarken kol içindeki iğne izlerinin üzerinden yumuşakça geçti ve Duman dönüp benimle o izlere baktı. "Ömer'in haberi var Mahşer. Çok uslu bir hasta olduğum için beni seninle ödüllendirdi."
Bunu duymak iyi geldi. Duman'ın kısa bir süre de olsa cihazdan ayrılması sanki sağlığına kavuşmuş olması demekti. Bir anlığına hastane odasında olduğumuzu unuttum, onun veya benim odamda olduğumuzu hayal ettim. O sağlıklıydı, ben iyi bir kızdım. Her şey tam tersi olduğunda hayat gerçekten daha kolay olabilirdi. "Tamam, doğum günüm geçince tekrardan yatağına geçersin."
"Mecburum zaten."
Mırıldanarak omzumun üzerinden uzandığında ilk başta ne yaptığını anlamadım ama sesleri duyduğumda pasta tabağını aldığını anladım. Tabağı önüme kadar getirdi ve aramıza koyarak parmağını pastaya daldırdı. Çikolatalıydı, zaten meyveli pasta sevmezdim. Bunu bilmesine şaşırmadım. Biz birbirimizi hem çok iyi tanıyor hem de hiç tanımıyor gibiydik. Parmağını kaldırarak dudaklarımın arasına yasladığında ağzımı aralayarak dilimi çıkardım ve pastanın tadına baktım. Hımm, çikolatası lezzetli ve yoğundu. Sevdiğime karar vererek tabağın yanındaki plastik çatalı kavradım ve doyana kadar pastayı yemeye başladım. Ona da ikram ettim ama hemen buna pişman oldum. Çünkü her şeyi yiyebilecek kadar sağlıklı değildi.
Doğum günü pastamı bile yiyemiyordu.
Bunun gerçeğine vardığım an ağzımdaki lokmalar büyüdü ve dönüp ellerimin içindeki tabağı komodine bıraktım. Etrafımda iyi olan, yolunda giden tek şey bile yoktu. Doğum günümdü ama benim en çok düşündüğüm şey, bir daha ki doğum günümde Duman'ın yanımda olup olamayacağıydı.
"Mahşer?"
"Efendim?"
"Seni sakinken, uysalken durup izlemek çok güzelmiş."
Alt dudağımı ısırırken saçlarımı alıp sol omzuma doğru attım ve böylelikle beni daha iyi izleyebilmesi için alan yarattım. "Doğum günüm olduğu için mi böyle şeyler söylüyorsun?"
"Doğum günün güzel yapmadı ki seni, sen zaten öylesin."
"Erkekler bana güzel olduğumu söylemez." Kirli sakallı çenesine baktım. "Genelde vahşi kız, sürtük, manyak, derler."
"Umarım onları iyi benzetmişsindir."
Omzumu silktiğimde Duman uzanıp şakağıma bir öpücük kondurdu ve sonra oturduğu yerde kıpırdandı. Ne yapacağı konusunda meraklanmış olsam da kıpırtısız kalarak ileriye bakmayı sürdürdüm. Zaten oda karanlık olduğu için birbirimizin yüzünü, gözlerini bile zor seçiyorduk. Solukları hızlıydı, hareket halindeyken çok çabuk yoruluyordu. Üstelik kucağındaydım, sağlığı için belki ondan uzaklaşmam gerekiyordu ama bencilce olsa da kendime bir doğum günü hediyesi vermek istiyordum.
Pencereden görünen gümüş renkli aya bakarken Duman'ın parmaklarını elimde hissettim ve ürpererek gözlerimi yumdum. Yumruk halindeki avucumu açtı ve içerisine büyük, ağır bir şey bıraktı. Gözlerimi geriye açarken, Duman'ın yüzü boynuma yaslandı ve solukları ağırlaşmaya başladı. İçimdeki sancının tarifini nasıl, hangi kelimelerle yapabilirdim bilmiyorum ama bazen çektiği fiziksel acıyı görmemek için yüzüne bile bakamıyordum. Bu da o anlardan birisiydi, dönüp o güzel yüzüne bile bakamıyordum. Başımı hafifçe yana yatırarak boynumda ona daha fazla yer açtığımda, yorgun şekilde mırıldandı. "Aslında daha güzel bir şey almak isterdim ama hastaneden çıkmama izin yokmuş."
Ah, bunun için üzülmüş görünüyordu. Altın değerindeki kirpiklerinin tenime dokunuşunu hissettiğimde gözlerini kapattığını anladım. Onunla konuşacaklarım vardı, daha Melih Han'ın öldüğünü bile söyleyememiştim. Fakat hayır, şimdi bunu söyleyip bu huzurlu anı bozamazdım. Ilık nefesi umduğumdan daha etkili şekilde tenimi yakarken, avucumu ondan çekerek önüme getirdim. Ah, bana ne almıştı böyle?
Avucumun içindeki küçük, cam bir küreydi. Onu kaldırarak ay ışığına tuttuğumda görüntüsü daha belirginleşti. Küçük, cam, içinde kar figürleri olan bir küreydi. Kar yağıyordu ve kırmızı bereli, siyah saçlı bir kız bacaklarını kendine çekmiş oturuyordu. Çok, çok güzeldi. O kız ben olmalıydım, çünkü saçlarım siyahtı ve lisede her kış kırmızı bere takardım. Hatta lisede bir gün, okulun bahçesinde tıpkı böyle oturarak yağan karı izlediğimi anımsıyordum.
Çok, çok güzeldi.
Bir süre küreyi, kar figürlerinin kızın başından aşağıya dökülmesini izledim. Aldığım en güzel hediyeydi, zaten hayatımda çok fazla hediye almamıştım. Bu hediyeyi uzun uzun izleyebilirdim, öyle de yaptım. Başımı Duman'ın başına yasladım ve o boynumda uyuyakalırken, bana aldığı hediyeyi izledim. Küreyi salladıkça kar görünümlü figürler her yere dağılıyordu. Bu küreyi saklayacaktım, hatta gözümün sürekli göreceği bir yere koyacaktım.
Başımı çevirip Duman'a bakmaya çalıştım ama yüzü boynuma saklı olduğu için göremedim. Onu daha fazla yormamak için kucağından dikkatlice indim ve kar küresini komodine koydum. Kucağından kalkmamla beraber Duman'ın başı arkaya düşmüştü ama böyle uyuyamayacağını biliyordum. Yatağına dönmeli, serumu takılmalıydı. Ömer'in ona nasıl izin verdiğine hâlâ inanamıyordum ama bundan hoşnut olmadığına emindim. Başparmağım dudağının kenarına temas ettiğinde, söylenmemiş tüm kelimelere, aşk dolu sözcüklere dokunmuş gibi hissettim ve o kelimeleri duymuş gibi mest oldum. Yüzümü eğip dudaklarımı dudaklarına, o mest edici kelimelere bastırarak fısıldadım. "Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim sonsuz âşığım."
Onu birkaç dakika izledikten sonra gerekeni yapması için Ömer'i bulmaya gittim. Odadan çıkıp koridorun sonuna kadar yürüdüm. Görevli hemşireye Ömer’i sordum. Acilde veya odasında olabileceğini söyledi. Acil giriş kattaydı, odasıysa bir alt kattaydı. Önce odasına bakmak için alt kata indim ve odasının kapısına yürüdüm. Kapıyı birkaç kez tıklattım ama içeriden ses gelmedi. Acilde olduğunu düşündüm. Fakat buraya kadar gelmişken kapıyı açıp bakmanın daha iyi olabileceğini düşünerek kapıyı açtım. Oda karanlıktı, elimi duvarda gezdirerek düğmeyi buldum ve içerisi aydınlandığında klasik bir hekim odasıyla karşılaştım. Fakat Ömer burada değildi.
Onu acilde aramak için dışarı çıkmayı düşündüğüm sırada bakışlarım tesadüfen masadaki evraklarla buluştu. Beynimden geçen düşünce kalbimi kastı ve ellerim uzanarak odanın kapısını kapattı. Gayet soğukkanlı bir şekilde masasına doğru yürüdüm ve evraklara göz gezdirdim. Tıp terimleriyle dolu olan birkaç evraktı ama benim görmeyi istediğim bunlar değildi. Ömer Duman'ı hem arkadaşı hem doktoru olarak çok yakından takip ediyordu. Bu yüzden kalp nakli listesini elinde bulundurduğuna neredeyse emindim.
Kapıya ruhsuz bir bakış atarak masanın raflarını kurcalamaya başladım. Odanın birçok yerinde evraklar, dosyalar vardı ve aradığımı bulmak için zamana ihtiyacım vardı. Alt alta duran rafları açtım, evraklara baktım ama bulamadım. Masanın diğer tarafındaki raflara bakmak için yön değiştirdim ve tek dizimin üzerine eğilerek ilk rafı açtım. Makas, birkaç ilaç, sargı bezleri, şırıngalar vardı. Sessizce kapattım ve soğukkanlılığımı korumaya çalışarak bir alttaki rafı çektim. Mavi kapaklı, şeffaf bir dosya gördüm ve aceleyle uzanıp raftan çıkardım.
Beklentiyle şeffaf kapağı kaldırdım.
Aradığımı bulmuştum.
Bir anlık rahatlamayla beraber gözlerimi yumdum ve dosyayı parmaklarım arasında sıktım. Ve evet, kalp nakil listesi elimdeydi, ona ulaşmıştım. Gözlerimi tekrar açtığımda alt alta dizilmiş onlarca isim gördüm ama kalbim sadece biri için çarptı: Duman Alanguva.
Onun ismini üçüncü sırada, hiç aramadan buldum ve parmaklarımı isminin üzerinde dolaştırırken gözlerimle de ilk iki sırada bulunan isimlere baktım. İlk sıradaki bir erkekti, ikinci sıradaki ise kadın. Halil ve Meryem. İkisi de Duman'dan önceydi ve Duman'ın ölmesine sebep olabilirlerdi. Bu düşüncenin doğru olup olmamasını umursamadan isimlerin yanındaki iletişim ve adres bilgilerine baktım. Telefonuma uzanıp hızlıca cebimden çıkardım ve listeyi fotoğrafladım. Ulaşmam gerekene ulaşmıştım. Dosyanın kapağını kapattım, rafa geri koydum ve arkamda hiçbir iz bırakmadan odadan çıktım. Koridorun sonuna, karanlığa doğru yürürken telefonu avucumun içinde sıkıyor ve artık ne yapacağımı biliyordum.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...